Günümüz Türkiye’sinde Emek Anlatıları – 1
Bu başlık altında, emek alanında bilgi üretenlerin araştırmalarının saha ayağı için gerçekleştirdikleri mülakatlardan çarpıcı kesitleri paylaşıyoruz. Böylece, amacımız hem akademi-örgütlenme olarak çizilmiş sınırların ötesine geçmek, hem de emekçilerin yaşam ve çalışma koşullarının bir fotoğrafını çekmek.
Yazar: Ayşe Arslan
Sevgi12 42 yaşında, İzmir’de yaşayan konfeksiyon işçisi bir kadın. Onunla bir sendikanın 1 Mayıs İşçi Bayramı pikniğinde tanışmıştık. Ablası, kardeşleri, gelinleri ve yeğeniyle birlikte ailecek gelmişlerdi pikniğe. Hep birlikte voleybol oynamış, eğlenip sohbet etmiştik. Bu tanışmadan birkaç ay sonra mülakat yapmak için evine gittim. Beni kahvaltıya davet etmişti. Sabah 11’de başlayan muhabbetimiz akşam altıya kadar sürmüş, ikimiz de zamanın nasıl geçtiğini anlamamıştık. İşte aşağıda geçenler o günden.
Aylardan Temmuz, İzmir’de hava çok sıcak. Sevgi’nin Harmandalı’ndaki evine varmak için bindiğim son otobüs inmem gereken durağa yaklaştığında gecekonduların ve yeni yapılmış parlak apartmanların iç içe geçtiği bir mahalleye varıyorum. Sevgi’nin evine doğru yürüdükçe etraftaki gecekonduların yada gecekondudan bozma birkaç katlı, soluk benizli aile apartmanlarının arasına dalıyorum. Sevgi’nin tepedeki evine ulaşmak için yokuş yukarı tırmandıkça sıcağın etkisi artıyor, güneşten kaçacak gölgelik neredeyse hiç yok. Nihayet eve varıp da dördüncü kattaki evinin balkonunda soluklandığımda, ‘insanın yokuşu tırmandığına değiyormuş’ diyorum, balkonda çok güzel bir esinti var. Sevgi, balkonun baktığı, şimdi çorak topraktan ve birbirinden alakasız villa, apartman ve diğer bina öbeklerinden ibaret manzarayı göstererek, “Eskiden bu karşıda gördüğün alan hep zeytinlikti, yemyeşildi.” diyor hatıranın yarattığı buruk gülümsemesiyle.
Sevgi, çocukken sektörde çalışmaya başlayan çoğu konfeksiyon işçisinin aksine yedi yıl önce, kocasından boşandıktan sonraki süreçte bu sektörde çalışmaya başlamış. 20 yaşında bir oğlu var. Sekiz çocuklu Kürt Alevi bir ailenin dördüncü çocuğu. Çocukluğu Erzurum’un uzak bir köyünde geçmiş, o zamanlar ailecek hayvancılık yapıyorlarmış. Çocukken hayvanları otlatmaya götürdüğü yılları hiç de iyi yad etmiyor. “Eziyetti, zaten iyice büyüdükten sonra kız kardeşimle isyan ettik, daha da gitmedik” diyor.
Sevgi ilkokul çağına geldiğinde diğer kardeşleri gibi ilçenin yatılı okuluna gitmiş, sekiz yıl yatılı okulda eğitim görmüş. Anadili Zazaca; az çok aşinalığı olsa da Türkçeyi esasen okulda öğrenmiş. Okulda dil baskısı yoktu dedikten hemen sonra ekliyor: “Zaten biz hani kızarlar diye çekinirdik. O yüzden mümkün olduğunca ders esnasında konuşmazdık.” İlköğretim bitince Erzincan’daki bir yatılı liseye yazılabileceği haberi gelmiş ama babası hem maddi olarak yük olacağı için, hem de kız başına gitmesini istemediği için göndermek istememiş. Sevgi okumayı çok istiyormuş, o yüzden babasıyla bir ay konuşmamış. Çevre köylerden bilindik değerli dostları da araya sokunca, bir ay gecikmeli de olsa babası sonunda ikna olmuş. Aynı gün Erzincan’a, Sevgi’yi okula yazdırmaya gitmişler. Akşam karanlığında okula varmışlar. Kaydı yaptırınca “O heyecanla çok sevindim” diyor. Ama işlemler bitip de yatacağı yeri gösterdiklerinde bir tuhaf oluyor: “Birdenbire hiç bilmediğim, çok yabancı bir yer. Ondan sonra bir de babam böyle gidiyor karanlığın içinde. Gittim içeri girdim, böyle beynimden vurulmuşa döndüm. Öyle kötü hissettim. Babam gitti. İlk defa ayrılıp bu kadar uzağa geliyorum. Kendimi çok kötü hissetmiştim babam ne oldu acaba diyerekten”. Sabah bazı öğrenciler zavallı bir adamın sabahın köründe soğukta kapının önünde beklediğini söyleyince bir bakıyor o adam babası. Babası gece yakındaki bir parkta uyumuş; üşümekten her tarafı tutulmuş, dişleri zangır zangır birbirine vuruyormuş. O gün Erzincan merkeze gidip okul için gerekli olan eşyaları almışlar. Her şey bitip de sıra vedalaşmaya geldiğinde babası Sevgi’yi okula giden arabaya bindirmiş: “Sonra bakıyorum arkasından, dedim ki ağlıyor. Bana çaktırmamaya çalışıyor. Ağlıyor, ağlıyor, ağlıyor, ben görmeyeyim diye arkasını dönüyor. Sonra göz yaşlarını siliyor, tekrar geliyor. Geliyor ama gözleri nasıl kızarmış. Ben onu öyle gördükçe… Ben de ilk defa ayrılıyorum ya, yabancı yerdeyim. Ben de çok kötü hissetmiştim kendimi.”
Sevgi lisede çocuk gelişimi bölümünü okuyup mezun olduktan sonra bir yıl ücretli öğretmen olarak Erzincan’ın köylerinde görev yapmış. O sırada İzmir’e gelin giden ablasını ziyaretinde birisiyle tanıştırmışlar. Evlenmen için üstünde bir baskı hissediyor muydun diye sorduğumda, “Hayır yoktu, ben istedim evlenmeyi” diyor ama sonra ekliyor: “20 yaşında birinin düşüncesinden ne olur…”. Evlenince İzmir’in gecekondu mahallelerinden birinde yaşamaya başlamış, 22 yaşında anne olmuş. 15 yıllık evliliği o kadar zor geçmiş ki o konuya hiç giremeyecek kadar zor şeyler yaşadığını söyleyince konuyu kapatıyoruz.
Bu sırada annesi ve babası köyde yaşamaya devam etse de kardeşlerin neredeyse hepsi İzmir’e taşınıyor. İzmir’deki bir kısım kardeşler, yengeler, yeğenler 7-8 kişi bir evde yaşıyorlar. Sevgi de boşanınca, kardeşlerinin yanına bu eve taşınıyor. Sevgi için bu durumun en zor yanı, velayeti kendisinde olmasına rağmen oğlunu yanına alamaması. Evin fiziksel koşulları oğlunu yanına almasına müsaade etmiyor. “İlk yıllar neredeyse deli gibiydim. Çalışcam kendime ayrı ev tutup oğlumu yanıma alcam diye deli gibi olmuştum ama bir türlü olmadı. Sonra zamanla alıştım.” diyor. Yedi yıl bu şekilde aynı evde yaşadıktan sonra kardeşler her biri kendi için bir kat yaptırarak evi dört katlı bir aile apartmanına çeviriyorlar. Ben mülakat için gittiğimde Sevgi işte bu binanın imar izni olmayan kaçak dördüncü katında üç yıldır tek başına yaşıyordu.
Dediğim gibi, Sevgi konfeksiyonda çalışmaya 35 yaşında başlamış. Güvenlikçi sertifikası olmasına ve fabrikada bu iş teklif edilmesine rağmen, ömür boyu asgari ücretle çalışmamak için bu teklifi kabul etmemiş ve makineci olmak için elinden geleni yapmış. İğneci3 olarak girdiği konfeksiyon fabrikasında iğne işi olmadığında, molalarda makinenin başına geçip pratik yaparmış. Bu durum aslında konfeksiyonda çalışan birçok işçi için böyledir; çoğu, sektöre ilk başladığında molalarında makinede alıştırma yapar, mesleğini öğretmeye gönüllü usta makineciler varsa onlardan işi öğrenmeye çalışırlar. Zira makineciler daha nitelikli işgücü sayıldığı için diğerlerine kıyasla daha yüksek maaş alırlar ve güç dengelerinde elleri görece daha kuvvetlidir. Nitekim Sevgi çabuk öğrendiği ve eli de pratik olduğu için bir yıl sonra makineye oturmuş ve kendi deyimiyle süper makinecilerden olmasa da, birinci sınıf makineci olmuş.
Yedi yılda toplamda iki büyük fabrikada ve yevmiye usulü birkaç küçük atölyede çalışan Sevgi, son çalıştığı fabrikadan sayı baskısı yüzünden ayrıldığını söylüyor: “Yani sabah gidiyorsun, işe başlıyorsun. Başlıyorlar, her saat senin başına geliyor: Sayı! Her gün, her saat! Sabah mesela sekizde iş başı olunca genel şef geliyordu. O ustalara, ustalar da bize baskı yapıyordu. Her saat usta elinde kağıtla geliyor: ‘Sevgi senin sayın kaç? Ayşe senin sayın kaç?’ Bir de senin yaptığının daha fazlasını hedef veriyorlardı. Mesela sen 80 çıkarıyorsun, o senin hedefini 100-120 veriyordu. Bunu çıkaracaksın diye bastırıyorlardı. Her zaman zorlamayı, daha fazlasını çıkartmayı hedefliyorlar.” Sonra ekliyor: “Nadiren mesela hedefledikleri sayıyı çıkarmışsan, hatta fazla üstüne de çıkmışsan o zaman sana dokunmuyorlar. Ama o model bittiğinde başka model girer, sonra usta yine gelir, çünkü sürekli gelir. Bu kez senin o hedefi tutturduğunu, hatta üstüne çıkabileceğini de gördüklerinde anında daha yükseğini istiyorlar. ‘Eliniz alıştı daha önce verdiniz, şimdi daha fazlasını da verirsiniz.’ diyorlar. Hep bir zorlama. Daha fazlası, daha fazlası!” Sevgi kapitalist emek rejiminin kontrol ve disiplin stratejilerinin oldukça farkında.
Bir noktada Sevgi’nin maruz kaldığı baskı, hatalı dikimlerin tamirini molalarda yapması yönünde gittikçe artmış: “Usta gelmiş diyor ki, ‘molalarda yemeğinizi yiyin, çabuk geri dönün, tamirlerinizi yapın.’ Baktım usta arkadan bağırıyor: ‘Duyuyor musunuz Sevgi? Yemeğinizi yiyin, hemen sonra gelin, tamirleri yapın!’ Tamir de 2-3 tane çıkıyor ama biraz uğraştıran, açması zor işler. 6-7 kişiyiz o işte, diğerleri sesini çıkarmıyor, yapıyorlar. Ben yapmadım. Sonra ikinci gün de aynı şeyi yaptı. Neyse yine gitmedim. Sonra iş başında usta geldi yine ‘Sevgi duyuyor musun? Molada geleceksin tamirini yapacaksın!’ dedi. Yapmıyorum, dedim. ‘Yapmıyorum ne demek?!’ dedi. ‘Banu Hanım, Banu Hanım’ diye şefe seslendi hemen. Genelde böyle yapınca elemanlar korkuyor. O yüzden hiç itiraz etmezler. Gitti beni şikayet etti. Baktım Banu hanım da gelip ‘Yapmıyorum ne demek?! Biz bunun için size para veriyoruz.’ dedi. Dedim bize bedava para vermiyorsunuz. Dedim siz bize para veriyorsunuz karşılığında iş alıyorsunuz, biz de size emeğimizi veriyoruz. Bu karşılıklı dedim. Mola da zaten sabah 15 dakika, beş dakika tuvalet sırası, çay sırası. Ben 10 dakika dahi oturamadan tekrar iş başı yapıyorum. Öğlen 45 dakika, 15 dakikamız sırada gidiyor, beş dakikamız lavaboya gitme, su alalım derken biz 20 dakika ya dinleniyoruz ya dinlenemiyoruz. Sayı, sayı, sayı diye kollarım gidiyor, boynum gidiyor, dedim. Onda da geleceğim, tamir yapacağım! Böyle bir hakkınız da yok, dedim. Elemanın molasında gel çalış diyemezsiniz. Nasıl böyle bir şey söylersiniz, dedim. Ondan sonra ben tepki verince baktım geri adım attı. Çünkü hiç böyle tepkiler almıyorlar kimseden. Ben böyle yapınca, bir de benden memnundu. Memnun olduğu için kaybetmek de istemiyordu. Hemen geri adım attı. ‘Tamam sen tamir yapma, molanda dinlen. Ustanla yine de böyle konuşma.’ dedi. Diğerlerine yaptırıyor, bana tamiri vermiyor.” Sevgi’den sonra başka bir erkek işçi de isyan edip patronla bu konuyu konuşuyor: “Patron baktı bir isyan sesleri çıkıyor, ‘Tamam molada tamir yapmayın’ dedi”. Dediğim gibi, Sevgi emek denetim sisteminin oldukça farkında: “Yani patronlar bunu istemese usta kolay kolay yapmaz. Çok ses çıkınca patron ‘Bir geri adım at. Çok baskı yapma.’ diyor. Bir süre biraz sakinleştiriyorlar, karışmıyorlar. Sonra tekrar aynı.”
Yaygın denetim ve baskı araçlarından biri de ustaların şeflerin, patronların işçileri aşağılaması, küfretmesi, bağırması: “Baktım çok iş olmadığı zaman şef bangır bangır bağırıyor. Topluyor herkesi diyor: ‘Bedava mı iş yapıyorsunuz?! Çok mu çalışıyorsunuz?! Bir de sayı vermiyorsunuz! Bedava para kazanıyorsunuz! Aç karnınızı doyuruyoruz!’ Kadın çığırından çıktı son zamanlarda. Kışın iş bir süre böyle sakinliyor ya. Kadın topluyor herkesi resmen hakaret ediyor. ‘O kadar uyarıyoruz, laf söylüyoruz, kaşarlaşmışsınız!’. Sonra hemen ‘kaşarlaşmışız’ diye çeviriyor tepki alacak diye. Yani hakarete bile vardırdı.” Sevgi, işçiyi parayla korkutan, sıkı denetim altına almaya çalışan emek rejiminin üretim baskısına ve fazla mesai dayatmasına oldukça öfkeli: “Yani ben üç kuruş az alayım ama hakaret, saygısızlık, baskı, yıpranma olmasın. Bir kuruş fazla alacağım diye hayvan muamelesi görmek istemiyorum.” diyor.
Sevgi kendini özgür ruhlu bir insan olarak tanımlıyor. “Özgürlüğü çok seven biriyim.” O yüzden de 20 yaşında evlenince kocasının, kaynanasının, kayınbabasının beklentileri ona çok ağır gelmiş: “Sana aşılıyorlar: Komşu senden bunu bekler, bak şöyle davran, şöyle yapman lazım. Yani evliliğe girince bir kişiyle değil, sen komple ailesi, sülalesi, komşu, herkesle evleniyorsun.” Ama son yıllarda Sevgi artık kendini daha özgür hissediyor kendi ailesi ve çevresinde. Ailede eskiden var olan bazı baskıları kırmış: “Tamamen kendim kırdım ve aileme bile bunu aşıladım. Artık hani bazı şeylere farklı baktıklarını görüyorum.” Ama yine de, kadın olmak nasıl bir şey diye sorduğumda, ona sorsalardı erkek doğmak istediğini söylüyor. Nedenini sorduğumda: “Özgürlükten dolayı. Yani erkek olduğun için her şey sana yasak değil. İstediğin saatte, istediğin yere gidebiliyorsun, çıkabiliyorsun. Hesap soran yok, kıskanan yok, kısıtlayan yok. Fiziksel olarak daha güçlü olduğun için sana zarar verme ihtimalleri daha azalıyor. Ama kadınsan öyle bir özgürlüğün hiç yok. Yani sen hep ikinci plandasın. Yani bunu biz yaşadığımız ortam, ailede de gördük. Bu sonradan yavaş yavaş değişiyor.” Sonra ekliyor: “O yüzden de kadın olmak bana çok çekici gelmedi en başından beri. Diyorum özgür olsaydım, erkek olsaydım dünyayı gezerdim. Farklı şehirler, farklı meslekler. İstediğim saatte istediğim yere çıkmalar. Hani desen çok çılgın, çok farklı bir şey mi yapıyorsun, değil ama o özgürlük, bilmiyorum. Onun rahatlığı, onu hissetmek bile beni mutlu ediyor. Aşırı özgürlüğüme düşkünüm.”
Sevgi, tarihe, coğrafyaya çok meraklı. Olmuş, olacak, olma ihtimali olan gerçek şeyler onun ilgisini çok çekiyor, çok araştırıyor. Ona kalsa her yeri görmek istiyor. Türkiye’den başlamak istiyor. “Sonra yurt dışlarını gezmek, görmek isterdim. Doğayı, yeşilliği çok seviyorum. Böyle o tarz yerlere yönelmek… Tarihe çok meraklıyım. Yaşanmış, yaşanılan yerlere gitmek, araştırmalar yapmak. Doğanın güzelliklerini keşfetmek… Güzel olan her yeri görmek, gezmek istiyorum.” diyor. Sonra ekliyor: “Ama şu an ne düşünüyorum: gidip tekstilde bir işe başvurayım da çalışayım. Boynum ağrıyacak, sırtım ağrıyacak, kollarım ağrıyacak.”
Görüşme kaydını sonlandırdığımızda neredeyse dört saat geçtiğini fark edip şaşırıyoruz. Vedalaşmak üzereyken bazı açılardan birbirimize benzediğimizi söylüyorum. “Keşke ben de senin gibi üniversite okusaydım, ben de yurtdışına giderdim, gezerdim” diyor. “Keşke” diyorum. Üniversiteye gidememiş olmak Sevgi’nin içinde büyük bir yara, yıllarca üniversitelerin önünden geçememiş bu yüzden. “Okusaydım kendimi geliştirirdim” diye ekliyor. “Sen zaten kendini çok geliştirmişsin. Meraklarının peşinden gidiyorsun. Ailenin, kendinin duvarlarını sorgulamışsın, kırmışsın, birlikte değişmişsiniz. Bunları yapmak kolay değil, okuyan birçok insan bunları yapamıyor”, diyorum. Teselli olsun diye söylemiyorum, tüm günkü sohbetimiz bana bunu düşündürtüyor. Bir an durup hak veriyor ama hemen sonra üniversite okuyamamış olmasının eksikliğini ve acısını yeniden hissediyor. Susuyoruz. Yokuşun başına kadar geçiriyor beni. İzmir’in başka bir işçi mahallesinde yaşayan ailemin evine iki buçuk saatte varıyorum. Sevgi’yi düşünüyorum, çocukluğumda çoğu zeytin ağaçlarıyla kaplı karşıdaki o yemyeşil manzaranın yerini alan binalara bakıyorum.
- Gizlilik ilkesi gereği kişinin gerçek ismi değiştirilmiştir. ↩︎
- Bu yazı, yazarın güncel olarak yürüttüğü araştırması kapsamında gerçekleştirdiği bir mülakattan yola çıkarak yazılmıştır. ↩︎
- İğneci, konfeksiyonda dikiş makinelerinde bozulan, kırılan, yamulan iğneleri toplayıp dosyalayama, yeni iğne temin etme işlerinden sorumlu kişi. ↩︎